AKP iktidarda ve Tayyip Erdoğan da AKP’nin iktidarında kaldığı sürece Taksim emekçilere, solculara icazetle verilmeyecek. Artık bunu herkesin anlaması gerek, herhalde! Bunların korkusu, o egemenlerin ezelden gelen tarihsel sınıf korkusu, ayakların baş olma iddiası değil sadece. Haziran İsyanı’yla baş etmekte ne kadar zorlandıkları zihinlerine kazındı bir kere. İster emekçi talebiyle ister sadece güneşlenmek için bir […]
AKP iktidarda ve Tayyip Erdoğan da AKP’nin iktidarında kaldığı sürece Taksim emekçilere, solculara icazetle verilmeyecek. Artık bunu herkesin anlaması gerek, herhalde! Bunların korkusu, o egemenlerin ezelden gelen tarihsel sınıf korkusu, ayakların baş olma iddiası değil sadece. Haziran İsyanı’yla baş etmekte ne kadar zorlandıkları zihinlerine kazındı bir kere. İster emekçi talebiyle ister sadece güneşlenmek için bir kere Taksim’e çıkarlarsa, hele bir de çıkmışken akıllarına Gezi Parkı’na çadır kurmak gelirse maazallah bu iktidarın sonu ne olur?
Bu korkularına bu yıl bir de seçim eklendi. AKP’nin daha doğrusu Erdoğan’ın kaderini belirleyecek genel seçimden bir ay önce hiçbir riski göze alamazlardı. Her türlü yalanı (Davutoğlu, “ellerinde karanfillerle herkes Taksim’e gelebilir” dedi), her türlü uydurmayı (“provokasyon olacak” söylentileri yayıldı), işbirlikçi tezgahları (Türk-İş’e Zonguldak’ta, Hak-İş’e Konya’da miting yaptırarak) ve son yılların en büyük polis ablukasını gerçekleştirdiler. Ancak ne 1 Mayıs’ı ehlileştirebildiler ne 1 Mayıs’ın AKP karşıtı bir gün olmasını engelleyebildiler ne de devrimcilerin kararlılığına darbe vurabildiler. Taksim için sokağa çıkanlar, AKP diktatörlüğü karşısında sınıf mücadelesinin sadece işçilerin ekonomik mücadelesi olmadığını aynı zamanda demokrasi, aynı zamanda siyasal hedefleri barındıran bir mücadele olduğunu gösterdiler.[1]
Bu 1 Mayıs’ı diğerlerinden ayıran kuşkusuz en önemli faktör, bir ay sonra yapılacak olan genel seçimlerdi. Böylesi bir konjonktür, 1 Mayıs değerlendirmesinin de bu yıla özgü (öncekilerle bire bir değerlendirmeye tabi tutulmadan) yapılmasını gerekli kılıyor. Genel seçim atmosferi ve dolayısıyla seçimden beklentiler Türkiye genelinde 1 Mayıs’a katılımın sayısını etkilediği gibi, 1 Mayıs kortejlerindeki bileşimi de etkilemiş gözüküyor. Örgütlü solun katılımı düşük olmasına rağmen CHP ve HDP kortejlerindeki görece artış sandık merkezli (beklentili) siyasetin etkisi olarak değerlendirilmeli. Sandığın hegemonya oluşturduğu böylesi özel bir dönemde bağımsız sandık siyaseti oluşturması zaten beklenemeyen sol siyasetlerdeki çözülmenin devam ettiği rahatlıkla gözlenebilir. Bu çözülme basitçe bir erime olarak değerlendirilmemeli. Çözülme ve çözülmeyi engelleme girişimleri henüz anlamlı yanıtlar bulabilmiş değil. Birleşerek çözülmeyi engellemeye çalışanlar, birleşmeden önceki tek tek sayılarının toplamını aşmak bir yana daha da gerilemiş durumda. Ayrışarak çözülmeyi engellemeye çalışanlar grupsal rekabet adına ideolojik sürekliliklerini umursamaz halde.[2] Türkiye devrimini tek başlarına (örgütsüzlüğü örgütleyerek) yapmaya karar verenler ise soldaki çözülmeye en “anlamlı” yanıtı vermiş olanlar olsa gerek.
Kuşkusuz bu değerlendirmelerin özel bir dönemde yapıldığını, karakteristik özelliklere dönüşüp dönüşmeyeceğinin daha “normal” zamanlarda gözlenmesi gerektiğini ve elbette çok daha ayrıntılı bir analize ihtiyaç olduğunu belirtmek gerek. Seçim sonuçları ve bu sonuçlar üzerinden egemenlerin izleyeceği rota sol açısından da yeni bir dönemin başlangıcını oluşturacak. AKP iktidarının devamında nasıl bir ülkede yaşamak zorunda kalınacağı artık herkes tarafından (AKP destekçileri dahil) biliniyor. Diktatörlük uygulamalarının prototipi bu yıl daha katmerli olarak 1 Mayıs’ta görüldü. Keyfi gözaltılar, keyfi tutuklamalar, avukatlara yapılanlar artık kanıtlamıştır ki bu iktidarın uymak zorunda olduğu bir iç hukuk yoktur. AKP iktidarının devamı söz konusu olduğunda ise bu ülke tarihinde örneklerini darbe dönemlerinde gördüğümüz bir düzenle karşı karşıya kalacağımız artık aşikar. Toplumsal muhalefetin öznelerinin böylesi bir “geleceğe” göre harekat planı hazırlaması ise zorunlu.
AKP diktatörlüğünde iç hukuk olmadığı gibi uluslararası bir hukuk da yoktur. Tayyip Erdoğan kişisel iktidarını güçlendirmek, kendisini vazgeçilmez kılmak için her türlü kirli ilişkinin içine gireceğini, bir türlü vazgeçmediği Suriye düşmanlığında yeni aşamalar kaydederek gösteriyor. Anlaşılan kendisine kendisi gibi bir müttefik de bulmuş; Suudi Arabistan’ın yeni kralı.
Kendisine İran’ın bir başka deyişle Şiilerin bölgedeki etkisini kırmayı ve Sünnilerin gücünü genişletmeyi ana hedef haline getiren bu yeni kralla Erdoğan’ın geliştirdiği ilişki mezhep kardeşliğinin dışında birkaç düzeyi birden içeriyor. Mart ayında Tayyip Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyaretinde alınan ortak kararlar çok geçmeden hızla uygulamaya konmuş durumda. Yemen’e Suudilerin müdahalesinin desteklenmesinin hemen ardından Suriye’de de icraatlara girişildi. Finansörlüğünü Suudi Arabistan, Kuveyt ve Katar’ın yaptığı kirli savaşa Tayyip Erdoğan da MİT aracılığıyla silah ve savaşçı sağlıyor. Gerek ekonomik işlerin iyi gitmeyeceği gerekse de hala boş duran ayakkabı kutularının doldurulması zorunluluğu nedeniyle Erdoğan’ın bu üçlüden bolca nemalanma amacını gütmediğini kim iddia edebilir?
İster kafayı yemiş isterse yememiş olsun sadece kendi gazetesini okuyan, sadece kendi televizyonunu seyreden sadece kendi camisinin, tarikatının söylentisini ciddiye alan AKP seçmeni Tayyip Erdoğan’ın her söylediğini yiyor. Davutoğlu da bunu keşfetmiş olmalı ki ikisi birden dur durak bilmeden 1950’lerden kalma “beşinci sınıf sağ muhafazakar politikacı”[3] hoyratlığıyla sandığa koşuyorlar. Önlerine gelen her kamuoyu araştırmasına göre daha saldırgan, daha provokatif olacaklar.
Bilecik, Antalya, Uşak, Niğde, Aksaray, Balıkesir….. Bu iller, şimdilik HDP’ye sivil dinci faşistler aracılığıyla siyaset yapma yasağı koydukları. HDP’nin yüzde 10’u aşacağı korkusu, AKP diktatörlüğünün gerçek yüzünü bir kez daha açığa çıkartıyor. Erdoğan gayet açık biliyor ki HDP’nin barajı geçmesi AKP’yi zayıf bir iktidar haline getireceği gibi koalisyona bile mahkum bırakabilir, bu durum ise AKP için iç çatışmaların, çıkar kavgalarının büyümesi, pisliklerinin önüne geçilemez bir biçimde ortaya dökülmesi demek. Sokak meşruiyetini Haziran İsyanı ile kaybeden AKP’nin hükümet etme meşruiyetini de kaybetmesi uzak değil.
AKP’nin sokakta tekrar propaganda etme meşruiyetini engellemek yetmez, aynı zamanda AKP provokasyonlarının ters yüz edilmesi (Ağrı, AKP’ye önemli bir derstir), savaş çığırtkanlığının ve kirli savaş tezgahının dağıtılması zorunludur.
Şimdi hem sokağı hem sandığı tutma zamanı.…….
***
Ve Soma. Faşist, milliyetçi söylemler, mezhep kışkırtmaları, din sömürüsü, yalan, manipülasyon, provokasyon… Erdoğan “başkanlık” için tekmili birden tüm iktidar kurma araçlarını devreye soksa da tüm ülkenin gözleri önünde işlenen bir cinayetin üzerini örtmesi mümkün değil. 301 madencinin ölü bedeni, insanlık onurunu hiçe sayan çalışma koşulları, daha fazla kar için iktidar ile sermaye arasında kurulan cenderede katledilen işçiler çırılçıplak bir gerçeklik olarak ortada duruyor. Sanık mühendislerin avukatlarının dahi “asıl sorumlular yargılanmalı” diyerek Erdoğan ve suç şebekesini işaret etmek zorunda kaldığı bu katliamın yıldönümü 13 Mayıs. Yalnız toprağın altında yatan 301 işçiye ve ailesine borcumuz olduğu için değil; yalnız bu iktidar döneminde milyonlarca işçi onlarla aynı koşullarda çalışmaya mecbur bırakıldığı için değil, AKP durdukça, Erdoğan o koltukta oturdukça işçi katliamları süreceği, emek sömürüsü vahşileşeceği için, Türkiye halkları hakkettikleri insanca bir yaşamı kendi elleriyle kurabilsin diye… 13 Mayıs’ta emek düşmanının, işçi katilinin
Üstüne üstüne yürümeli…
[1] Böylesi bir dönemde bile “işçilerin talepleri yer tartışmasına feda ediliyor” türünden lafazanlıklarla Taksim’e karşı oluş gerekçesi uyduranlar (doğrudan AKP yanlıları bir kenara bırakılırsa) işçi sınıfı mücadelesini salt “ekonomik mücadeleye” indirgemeye çalışmaktadırlar. Sınıf mücadelesinin ekonomik mücadele ile iç içe geçmiş bir siyasal mücadele olması gerekliliğini AKP diktatörlüğü döneminde bile anlayamayanlar herhalde tarihin hiçbir döneminde bu “fırsat”ı yakalayamayacaklar. Biz söylemeye devam edelim “Taksim, bir alan mücadelesi değil siyasal mücadelenin bir hedefidir”. Bu arada bu siyasi hedefi meşrulaştırmak için birtakım dini örneklendirmelere de ihtiyaç duymamak gerekir.
[2] Çok değil daha iki 1 Mayıs önce yani 2013’te yani Haziran İsyanı’ndan bir ay önce Taksim 1 Mayıs’ına Kadıköy’de alternatif 1 Mayıs örgütleyen politik tercihin bu 1 Mayıs’ta herkesten önce Taksim’e koşması tarihsel bir ironi olarak kayda geçmeli.
[3] İhsan Eliaçık’ın tabiri.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.