Ve Ahmet Davutoğlu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 26. Başbakanı oldu. Bu makam için ciddi bir siyasi birikime, geniş bir kitle desteğine, kanıtlanmış bir örgütsel yeteneğe gerek duymadı. Sadece tek bir şahsın ihtiyaçlarını kestirip, bu ihtiyaçları karşılaması yetti. Kendisini siyaset dünyamıza “kazandıran” Abdullah Gül’den[1] uzak durdu, paralel yapıyla çok çetin bir savaş vereceğinin teminatını verdi ve hepsinden […]
Ve Ahmet Davutoğlu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 26. Başbakanı oldu. Bu makam için ciddi bir siyasi birikime, geniş bir kitle desteğine, kanıtlanmış bir örgütsel yeteneğe gerek duymadı. Sadece tek bir şahsın ihtiyaçlarını kestirip, bu ihtiyaçları karşılaması yetti. Kendisini siyaset dünyamıza “kazandıran” Abdullah Gül’den[1] uzak durdu, paralel yapıyla çok çetin bir savaş vereceğinin teminatını verdi ve hepsinden önemlisi Dışişleri Bakanı olduğu günden beri dışişleri politikasını tamamen iç politikanın (yani Tayyip Erdoğan’ın) ihtiyaçlarına göre şekillendirdi. Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin sonuçtan çok yürütülüş biçimi ve söylem üzerine kurduğu sürdürdüğü dış politika, ülke tarihinde ilk kez AKP döneminde bu denli oya tahvil edilmiştir.
Hükümetler değişse de devletin değişmeyen dışişleri politikası (ve dışişleri kadroları) Davutoğlu döneminde köklü değişiklere uğradı. Ancak bu durum yeni bir sistem ve tarz getirmediği gibi neredeyse hiçbir uluslararası ilişkide amaçlanan sonucu elde etmedi ve gerçek bir başarısızlığa dönüştü.[2] En büyük başarısızlığı ise kuşkusuz Suriye. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile 50’den fazla görüşme yaptı, hatta Erdoğan’la birlikte Suriyeli bakanlarla ortak bakanlar kurulu toplantısı örgütlediler. Ancak Tunus ve Mısır’da başlayan rejim değişikliklerinin ardından Esad’ın da devrileceğini varsayarak bu görüşmeleri kesti. Ağustos 2012’de NTV de katıldığı bir programda, gazetecilerin, “Esad ne zaman gider?” sorusuna “Haftalarla sınırlı. Birkaç hafta içinde” yanıtını verdi. Yine Ağustos 2012’de, Suriye’den gelen mültecilerle ilgili olarak, “Kırmızı çizgimiz 100 bin mülteci” dedi. Aradan geçen iki yılda Esad hala devlet başkanı, mülteci sayısı ise 1,5 milyon. Musul’daki Başkonsolosluk personeli, IŞİD tarafından 11 Haziran 2014’te kaçırıldığında, “Kimse gücümüzü sınamaya kalkmasın” diye gürledi, o günden bu yana AKP, IŞİD’in elinde “gönüllü rehine” oldu.
Böyle bir şahsın başbakan olarak bu ülkeye, bu halklara kazandıracağı hiçbir şey yok. Ama Tayyip Erdoğan’a kazandıracağı çok şey olmalı ki hiçbir liyakat kriterini barındırmayan bu şahıs kendisi tarafından başbakan yapıldı. Ahmet Davutoğlu bu ülkenin değil, Tayyip Erdoğan’ın başbakanıdır.[3] Ve asıl olarak ona hizmet edecektir. Hukuksuzluklarını göz ardı edecek, yolsuzluklarının uluslararası çapta büyümesini sağlayacak, onun yerine yalan söyleyecek, sesi kısıldığında sesi olacak[4], onun emirlerini aktaracak ve ona her şartta siper olacak bir başbakan. Ona bu makamı ne oy sandığı, ne partisi verdi ne de kişisel başarısı sağladı. “Doğal olarak” ona bu makamı veren için çalışmaya, kraldan çok kralcı olmaya mecbur. Ve Dışişleri Bakanlığında yaptığı gibi sürekli yeni sorunlar, yeni krizler yaratmaya.
Tayyip Erdoğan’da ise değişen bir şey yok, nasıl başbakanlık yaptıysa öyle cumhurbaşkanlığı yapacak. Ait olduğu düzenin hukukuna uymak bile onun için imkansız. Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarını Resmi Gazete’de yayımlatmadı. Milletvekilliğine ve başbakanlığa üç-beş gün bile yasal olarak ara vermek onun için katlanılamaz bir durum. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar ayarlamak zorunda. Çünkü AKP ile kurulan düzen boşluk kabul etmiyor. Bütün bilgiyi ve yürütmeyi tek bir merkezde toplamak Tayyip Erdoğan için hem bir zorunluluk hem de bir tercih. Hem başbakanlık hem de cumhurbaşkanlığını yapacak olması ise AKP’nin en zayıf noktası olacak. Davalarının (davasının) en güçlü göründüğü dönemde en büyük zayıflamasını yaşayacak.
Artık AKP için fırtına biçme zamanı. 12 yıl boyunca yarattığı sorunları çözemeyeceği gibi bu sorunlar hem katlanarak büyüyecek hem yenileri eklenecek. Suriye’den, kendi vatanlarından kaçmak zorunda kalan (daha AKP’nin adını bile koyamadığı) sayıları 1,5 milyona ulaşan sığınmacılar, mülteciler. Patronlar için arayıp da bulamadıkları fırsat; boğaz tokluğuna çalışan yüz binlerce köle. Ne haklarını arayabilirler ne alamadıkları maaşlarını. AKP ise “üç maymunu” oynamakta. Doğrudan kendisinin neden olduğu bu sonucun; etkileri kendisine yönelmediği sürece her türlü ırkçı eğilimi, eylemi yaratmasında hiçbir sakınca görmüyor. Bu konuda tepkinin asıl yöneltilmesi gereken hedef AKP kadrolarıdır. Suriye’de iç savaş çıkartmayı destekleyen, milyonlarca insanın geleceğini değiştiren AKP politikaları, bu kadrolar aracılığı ile yaygınlık kazanmıştır. Suriyelilere karşı nefret ve öfke saçan faşistlerin ve gericilerin Avrupa’daki (ya da dünyanın diğer yerlerindeki) ırkçılardan/faşistlerden hiçbir farkı yoktur, Suriyeli göçmenlerden şikayet etmeye hakkı da yoktur. Şikayet edebilecekleri tek şey AKP iktidarının kendisidir. Bugün Suriyelilerin zorla geri gönderilmesini isteyenler, ilk önce kendi vatandaşlarının (sayıları 3 milyonu bulan) Avrupa’dan geri gelmesini savunsunlar/sağlasınlar. Üstelik unutmasınlar ki Suriyeli sığınmacılar/mülteciler bu topraklara kendi istekleriyle gelmediler, AKP’nin parçası olduğu bir tezgahın zorunlu göç edenleri onlar.
Bölge din ve mezhep temelli savaşların coğrafyası haline gelirken Suriye’den Şengal’e bölge halkları savaştan kaçarak bu topraklara sığınırken Ortadoğu’da halkların emperyalistlere, işbirlikçilere ve mezhepçi faşizme, dinsel gericiliğe karşı direnişi büyütmesi ertelenemez bir görev. 1 Eylül öncesi ısınan sokaklar savaş suçlularına dar edilmeli. Üstelik Türkiye halkları için hedef açık; biri cumhurbaşkanlığı diğeri başbakanlık koltuğuna oturan, diğeri hakkında ise MİT müsteşarı mı kalsın dışişleri koltuğuna mı otursun diye yer aranan üçlü savaş çetesi hesap vermeli. Bölge halkları ile en büyük dayanışma AKP savaş politikalarını durdurmak ve onları oturdukları koltuklardan alaşağı etmek olacak. Elbette bu ülke topraklarında cihatçı çetelere örgütlenme zeminini yaratan gericiliğe karşı mücadele, bugün toplumsal yaşamın her alanı ve anında yükseltilmek zorunda. Eğitimin dinselleştirilmesinden kadınların toplumsal yaşamdan tecrit edilmesine, Alevilere yönelik mezhepçi saldırılardan müftülük fetvalarına kadar iktidarın toplumsal gericiliği örgütlemek üzere attığı her adım misliyle karşılık bulmalı…
IŞİD, uyguladığı “Sünni terör” ile sınırın hemen yanı başında yaktığı yangını büyütüyor. AKP’nin buna yanıtı da “üç maymunu” oynamak. Bu terör ülke sınırları içinde de kendisine uygulama alanı bulduğunda ise yine bu durumu fırsata dönüştürecek formüller arayacak. Bu durumun gelecekte kendisi için de tehlike yaratacağını bilen başta ABD ve Almanya olmak üzere bazı emperyalist ülkeler şimdiden oyun alanına sızmış durumdalar.[5] Ülke yabancı istihbarat örgütlerinin cirit oynadığı (bu ata sporunu bizimkilerden daha iyi bildikleri kesin) saha haline geldi. ABD, Almanya’nın bölgedeki rolünü zayıflatmak için “Türkiye’nin Almanya tarafından dinlendiği” bilgisini sızdırıyor. AKP’nin elinden ne gelebilir ki, rüzgar eken kendisi değil mi?
Erdoğan-Davutoğlu ekürisinin tek sorunu bunlar olsa şükrederlerdi herhalde. Kapıda bekleyen ekonomik kriz bir başka büyük dertleri olacak. Artık ucuz sıcak para bulma dönemi kapanıyor. Ali Babacan’ı ikna edebilirlerse psikolojik güveni bir süre daha sağlayabilecekleri hayali peşindeler. Tabii bir de yağma ve talan ekonomisi var, güvendikleri. Rant yaratıp, rantı paylaşmanın “dayanılmaz cazibesi” hala AKP’nin sattığı en değerli mal. Şimdi sırada ülkenin yeraltı zenginlikleri, madenler var. AKP’nin son dönemi, yağmalanacak ne kaldıysa hepsini, hem de en kestirme yoldan yağmalamaktan geçecek.
AKP en güçlü rüzgarı sokağa ekmişti. Hatta fırtınanın bir kısmını Haziran’da “tahsil” de etmişti. Ancak epey bir miktar alacağı kaldı. Bu dönem çiçeği burnunda yeni başbakanın uğraşacağı en büyük dert, tıpkı kendisinden öncekinin olduğu gibi yine sokak olacak. Sokakta tezgahlarını bozan toplumsal muhalefetin dinamik, devrimci güçleri olacak. İstedikleri kadar kapalı kapılar ardında tezgahlarını planlasın, eninde sonunda bu tezgahları sokakta uygulamaya çalışmayacaklar mı? İşte örneği Galataport, yapabildiler mi toplantılarını? Fatih Ormanı’nın talan projesini ofislerindeki maketlere bakarak hayal etsinler. Artvin Arhavi’de HES’i durdurup AKP’li belediyeyi ‘hepimiz inşaat şirketiyiz” yazılı dövizlerin taşındığı ve AKP teşkilatından başka kimsenin katılmadığı HES’e destek mitingleri yapmak zorunda bırakan, Anadolu’nun dört bir yanında taş ocaklarından, madenlere, atık tesislerinden HES’lere ÇED toplantılarını yaptırmayan, kentlerine, korularına, bostanlarına, okullarına sahip çıkanların örgütlediği hak mücadelesi sokağın en dinamik yönünü oluşturuyor.
Şimdiye kadar yaşananlar (ve yaşanacak olanlar) göstermektedir ki AKP’nin elini rahatlatan en önemli koz, muhalefetin parlamento içine hapsolmasıdır. Bu noktada CHP’nin hakkını teslim etmek gerek. AKP karşıtı potansiyeli hem parlamentoya yönlendirmek hem de AKP’lileşerek AKP’ye rakip olmaya çalışmak, CHP yönetiminin nadide taktikleri. Bir malın gerçeği varken çakmasını kimsenin almayacağı açık ama bu yalın gerçek Kurultay öncesi ‘muhafazakar açılıma devam’ diyen Kılıçdaroğlu’nun kendi deyimiyle ‘bilinçli politikasını’ değiştirmiyor. Açık ki Kılıçdaroğlu neoliberal-İslamcı düzenle uzlaşmış ve misyonunu toplumsal muhalefeti de bu düzenle uyumlulaştırma olarak tanımlamış bir CHP konusunda net. Peki ya Haziran 2015’e kadar Tayyip Erdoğan için “yok varsayılacağı” kesin olan parlamentoyu şimdiden gündemlerinin baş köşesine koyan diğer muhalefet güçleri?
Aslında dipnot olmayı hak eden bir uyarıyı da şimdiden Haziran’da yapılacak seçimleri dert edinen solculara söylemek gerek. Emeğinizi heba etmeyin. Gözünüzü, yüreğinizi, hayallerinizi sokaktan ayırmayın…
Dipnotlar:
[1] Davutoğlu, ‘Büyükelçi’ unvanını, onu Malezya’dan Ankara’ya getiren Abdullah Gül’ün isteğiyle edindi.
[2] Davutoğlu’nun icraatlarından birkaçını hatırlamak yerinde olur. Bakan olur olmaz ilk icraatı Batı’nın ‘terörist’ kabul ettiği Hamas Lideri Halid Meşal’in ağırlanmasıydı, daha sonra soykırım ile suçlanan ve ‘Darfur Kasabı’ lakaplı Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir 2009’da ülkeye davet etti. Ama bu davet, Batılı ülkelerin verdiği notalar sonucunda iptal edilmek zorunda kaldı. Ermenistan sorunu çözeceğim diye girişimde bulundu, ama Ermenistan’ı da Azerbaycan’ı da daha düşman hale getirdi. İran’ın nükleer silahları için aracı olacaktı, tam anlamıyla devre dışı kaldı. Bugün Ortadoğu’da pek çok ülkede büyükelçi yok. Tarihte ilk defa bir Türkiye büyükelçisi istenmeyen kişi ilan edildi; Kahire Büyükelçisi. En son ki rezaleti ise İŞİD tarafından kaçırılan ve hala esir tutulan 49 konsolosluk görevlisi.
[3] Tıpkı Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde sürekli başvurduğu; benim bakanım, benim valim, benim belediye başkanım söylemlerinde olduğu gibi.
[4] 30 Mart seçimlerinde Erdoğan’ın sesi kısılınca Konya’daki mitingde onun yerine yaptığı konuşma ile ilk testten geçmişti.
[5] Bulgaristan’ın Türkiye sınırına hem duvar örülmeye hem de hendekler kazılmaya başlandı bile.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.