Son on beş günün en önemli gelişmeleri; Gül’ün Ermenistan ziyareti, Deniz Feneri skandalı ve bu skandal üzerinden açığa çıkan Erdoğan-Doğan kapışması idi. Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin, uzun zamandır neden makul bir zemine oturtulamadığını, çok şükür sonunda keşfettik. Meğer sorunun çözümü hep yanlış yerde aranmış. Çözüm mercii aslında FİFA’ymış. Ulusal takımın, Dünya Kupası elemeleri için […]
Son on beş günün en önemli gelişmeleri; Gül’ün Ermenistan ziyareti, Deniz Feneri skandalı ve bu skandal üzerinden açığa çıkan Erdoğan-Doğan kapışması idi.
Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin, uzun zamandır neden makul bir zemine oturtulamadığını, çok şükür sonunda keşfettik. Meğer sorunun çözümü hep yanlış yerde aranmış. Çözüm mercii aslında FİFA’ymış. Ulusal takımın, Dünya Kupası elemeleri için Ermenistan’la aynı gruba düşmüş/düşürülmüş olması, kangren olan sorunu çözüm yoluna soktu… Kamuoyunun buna inandırılmaya çalışılması, kamuoyunun mu, yöneticilerinin mi aptallığının kanıtı, bilinmez!
Ancak kesin olan şey, işbitirici AKP yöneticilerinin ABD’nin bölgesel hegemonya projelerinde daha ileri bir rol kapmaya çalıştıkları. Bu doğrultuda Bush, Ermenistan gezisinden hemen önce Cumhurbaşkanı Gül’ü arayıp “seninle gurur duyuyorum” diye onu yüreklendirmişti. AKP yeniden taşeronluğa soyunmuş durumda; işveren aynı, fakat şantiye farklı.
ABD’nin, Kafkaslar’daki Rus egemenliğini bozabilmek için geliştirdiği strateji zaten açıktı: Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ı kendi hegemonyası altına almak. Bu ülkeler, petrol ve doğalgaz kaynakları, enerji yolları ve ABD emperyalizminin bölgeye yayılması için özel öneme sahipler. Ancak Gürcistan lideri Saakaşvili’nin, ABD’ye göre bile erken “hoplayıp zıplaması”, taktik değişiklikler yapılmasını zorunlu kıldı. Çünkü Rusya’nın Gürcistan’a verdiği sert yanıt ve hâkimiyetini arttırmak için attığı adımlar, ABD’yi panikletmeye yetti. ABD yandaşlarının bölgesel ittifakının kurulması projesinden rol kapma noktasında Gül’e fırsat doğdu.
Peki, buradan Ermeni ve Türk halklarının yeniden kardeşleşmesi fırsatları çıkar mı? Elbette hayır! Neoliberal yeni sömürgeciliğin yeni düşmanlık, bağımlılık, kölelik ve ekonomik zarar biçimlerini dayatan bu projelerden gerçek bir barış ve kardeşlik olanağı doğmaz. Öte yandan, Ermenistan karşısında Baykal’ın ırkçı, şoven anlayışıyla yüzyıllık devlet politikasına sarılmanın saçmalığı da ortada. Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını devralan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihiyle koşulsuz hesaplaşması ve Ermeni halkından özür dilemesi gerek. Ermeni ve Türk halkı arasında yeniden kardeşleşme sürecinin başlayabilmesinin en önemli koşulu bu. Elbette temel çözüm dinamiği, her iki halkın ortak yeniden kardeşleşme seferberliği üzerinde yükselecektir.
ABD’deki gelişmelere gelince: ABD Merkez Bankası eski başkanının deyişiyle, “son yüz yılda ABD’nin gördüğü en büyük kriz” yaşanıyor. Emlak ve bankacılık sektöründe yaşanan çöküş, ABD yönetimini çok uğraştıracak gibi görünüyor. Elbette, başkanlık seçimleri, ABD’nin yoğun gündeminin bir başka cephesini oluşturuyor. ABD buna rağmen, Genelkurmay Başkanı’nı Irak ve Gürcistan stratejisini planlamak üzere Türkiye’ye gönderebiliyor. Karadeniz bir savaş ve gerilim bölgesi haline geliyor. Tipik Erdoğan takıyyeciliğiyle Montrö delinerek, Boğazlar ABD-NATO savaş gemilerinin suyolu haline getiriliyor. Olası sıcak çatışma durumunda Türkiye, “barış güvercini” görüntüsünün altında, bedeli son derece ağır bir savaş hattının içine sürükleniyor.
Erdoğan, “iş bitiriciliğine ve diplomatik kıvraklığına” rağmen, Kafkasya projesindeki rolünü iyi oynayamadı. Bunun yerine “Deniz Feneri” rezaleti üzerinden Aydın Doğan’la çatışmayı “tercih etti”. Bununsa anlaşılmaz bir tarafı yok. Bu rezaletin uzanabileceği yerler düşünülürse, AKP’nin, önlenemez bir batağa sürüklenmesi kaçınılmaz.
“Deniz Feneri Rezaleti”nin de aslında şaşılacak bir yanı yok. Şaşırtıcı olan toplum hafızasının zayıflığı. “Mercümek”, bu kadar kolay nasıl unutulabilir? “Bosnalılara silah alacağız” denilerek toplanılan trilyonlarca lira, Refah Partisi’nin gizli kasası olduğu sonradan açığa çıkan Süleyman Mercümek’in banka hesaplarında bulunmuştu. Milli Görüş’ün bir başka “iyilik meleği” olan İnsani Yardım Vakfı’nın, Necmettin Erbakan ve Şevket Kazan’ın bu olayla ilgisi de kanıtlanmıştı. Rezalet, Erbakan’ın, Çiller’le yaptığı anlaşma sayesinde zor bela kapatılabilmişti. Ayrıca İhlas’ı, Jet Fadıl’ı, Yimpaş’ı, Kombasan’ı sadece mağdurları mı hatırlayacak?
Cami önlerinde başlayıp profesyonel ekiplerle sürdürülen makbuzsuz, karşılıksız toplanan yardım paraları, gerici yapılar için bir örgütlenme aracı olduğu kadar, örgütlerin ihtiyaçlarını karşılamakta kullanılan kaynak anlamına geliyor. Tabii arada sırada kişisel çıkarlar için “ufak kaçaklar” da oluyor ve bu ufak kaçakların yeşil sermaye ile İslami medyanın “ilkel sermaye birikimini” sağladığı anlaşılıyor. Bütün İslami yapılar bu yöntemi kullanıyor. En uzmanları da Milli Görüşçüler.
AKP de özellikle teşkilatlanma sürecinde, önemli bir ilişki ağı ve parasal kaynak yarattı. Kuşkusuz bir diğer etken de belediyelerden sağlanan ranttı. Bu sayede radyo, televizyon, gazete ve özel propaganda ağları ile mahalle teşkilatlarının para ihtiyaçları karşılanabildi. Elbette kişisel zenginlikleri de. Çekirdek AKP kadrosundan olup da bu işlere bulaşmamış birilerini bulmak imkânsız. Erdoğan’ın paniği de bu yüzden. Onlar için, meşruluğunu, siyaset yapma zorunluluğundan alan bu yöntem, halk için bir yolsuzluk ve dolandırıcılık tezgâhı.
“Deniz Feneri”, AKP için örgüt ilişkilerini geliştirme ve istediği gibi kullanabileceği denetimsiz bir kaynak oluşturmanın ötesinde bir anlam taşıyor. Halkın zaten sahip olduğu/olması gereken haklarını, bir lütuf ve ayrıcalık haline getirmekte önemli bir araç. Hak bilinci geriletilirken, yaşamını sürdürebilmek için AKP’ye tek taraflı bir akitle bağlanan milyonlarca dilenci yaratılmak isteniyor. AKP hükümet olmasına rağmen bu işlerde bir devlet kurumunu kullanmıyor. Yardım edilenlerle “süresi ve miktarı belli” bir taahhüt ilişkisi kurmuyor. Kime, ne kadar ve ne zamana kadar vereceğini kendi belirlemek istiyor.
“Deniz Feneri” olayı, Almanya hükümetinin AKP’ye ve Türkiye’ye ilgisini de su yüzüne çıkardı. İddiaların tersine, Güngören’deki bombalamanın PKK tarafından yapılmadığını açıklayan Almanya, şimdi de Deniz Feneri’yle AKP’nin üzerine gidiyor. Acaba bu yoğun ilgi neden? Türkiye’nin ihracat ve ithalat ilişkilerinde birinci sırada yer alan Almanya’nın, RWE şirketiyle Nabucco Projesi’nin altıncı ortağı olduğu; Akkuyu Nükleer santral ihalesine girdiği; Karadeniz’de petrol aramak istediği; Ciner ve Cüneyt Zapsu ortaklığıyla çeşitli enerji ihalelerinin peşinde olduğu biliniyor. Deniz Feneri olayıyla da, Almanya’nın AKP’nin bölgesel çizgisinden pek hoşnut olmadığı ortaya çıkmış oldu.
Erdoğan-Doğan kapışması hakkındaki yorumu baştan söylemekte sakınca yok. Son günlerin moda deyimiyle; “Yiyin Birbirinizi”. Hanginizde bir erdem kırıntısı var? Erdoğan’ın bırakın eleştiriyi, karşısında tarafsız kalınmasından bile haz etmediği Kasımpaşalı kişiliği ortada. Aydın Doğan ve Ertuğrul Özkök ekürisinin alışkın olduğu tarz ise, tehdit ve şantajla iş bitirme. Buna eklenen birkaç gelişme daha var. Erdoğan’ın, dinci basının (Zaman, Yeni Şafak, Vakit, v.s.) yanına eklemeye çalıştığı Çalık’ın ATV-Sabah grubunun henüz istenen sonucu vermemesi, yani Doğan Medya’nın zayıflatılamaması; Doğan grubunun, devlet ihalelerinde ve özelleştirme operasyonlarında Erdoğan’ın tezgâhını bozma girişimleri; biraz da tiraj kaygısı.
Sonuç, her iki taraf da ağladı/ağlayacak. Bir yanda Özkök, “ya bizle niye uğraşıyorsun, git terörle AB’yle uğraş,
borsada değerimiz 280 milyon dolar düştü” diye sızlanıyor. Öbür yanda Dengir Mir Fırat, açılan tazminat davası karşısında “benim bu kadar param yok, vatandaşım para toplar bana yardım eder herhalde” diye ağlanıyor. Vukuat çok fazla büyümesin diye Erdoğan sonunda “bu bahsi burada kapatıyorum” diyor. Ama kapatamıyor… Bu horoz dövüşü bitmeyecek gibi görünüyor…
AKP’ye karşı, CHP başta olmak üzere muhalefet eden sistem içi güçlerin ana gündemini yolsuzluklar oluşturuyor. Laik-şeriatçı gündemi geri çekilmiş gibi görünüyor. Yolsuzluk dosyaları yerel seçimler yaklaştıkça daha artacak. Ancak herkes biliyor ki sistem içindeki hiçbir odak “temiz” değil. Al birini vur ötekine.
Bu koşullarda yapılması gerekenlerse düzen dışı muhalefetin militan eylem çizgisi çerçevesinde şekilleniyor: Sistemin çürümüşlüğünü ve gayri meşruluğunu hızla açığa çıkarmak. Hak bilincini geliştirirken, hak alma mücadelesini radikalleştirmek. Yani AKLAMAMAK, HAKLAMAK…
Aklanmayacakların başında, kuşkusuz siyasal ve ekonomik tercihler geliyor; emperyalizme bağımlılık, neo-liberal ekonomik program, gericilik, faşizm… Ancak sistemin ve uygulamalarının aklanmayacak o kadar çok yönü var ki. Meclisin ve onu oluşturan düzen milletvekillerinin aklanabilecek bir yerleri var mı? Karadeniz’de yapmaya çalıştıkları dere katliamlarının, nükleer santralin, fındık ve çay sömürüsünün, kansere terkedilmişliğin neresi aklanabilir? Tüm kamu emekçilerinin köleleştirilmesi aklanabilir mi? Eğitim politikalarının aklanmaması gereken tek yönü paralılaştırılması mıdır; müfredatın gericileştirilmesi mi? Peki 50 kişilik sınıflar aklanabilir mi? Bu listeye herkes birşey ekleyebilir! Devrimci Gençlik şimdiden eklemeye başladı bile; üniversitelerini AKP’ye bırakmayacaklarını haykırıyorlar.
Aklamadığımız her şeyin karşısına hakkımız olanı koyacağız. Vekilin sahip olduğu haklar, halkın da hakkıdır. Temiz bir çevrede yaşamak, çocuklarımıza temiz bir çevre bırakmak hakkımız. Sadece parasız değil, bilimsel, nitelikli, ana dilde eğitim de hakkımız. Enerji kaynaklarının toplumsal mülkiyeti hakkımız, insanca yaşam için gerekli olan asgari suyu, enerjiyi ücretsiz kullanmak da hakkımız. Bölge halklarıyla barış içinde kardeşçe bir arada yaşamak ve sağlıklı konutlarda yaşamak da hakkımız.
Bunların hepsinin bir sistem sorunu olduğunu bilerek, yani gerçek bir kazanım için sistemin değiştirilmesi gerektiğini bilerek parça parça müdahale etmek zorundayız. Bir bütün olarak haklamanın yolu, parça parça hepsini haklamaktan geçiyor. Parça parça kovaladığımız hakları almadan hiçbirinin peşini bırakmayacağız. Köşeye sıkıştırdığımızı haklamadan bırakmayacağız.