Sanırım herkesin bunun gibi, bir çok anısı vardır İsmail Aydınlı ile. Zaten bu nedenle kapak yapmadı mı o dönemde çıkan Yankı Dergisi? Yanılmıyorsam ‘sağcıların korkulu rüyası’ idi başlığı. Gerçekten de 1975’ten sonraki yıllardaki antifaşist mücadelenin en ön saflarında yer alan, o mücadele ile simgeleşmiş isimlerinden biriydi İsmail Aydınlı
1999 yılının son günleriydi. Bir akşam eve gidip telesekreteri dinlediğimde, elim ayağım birbirine dolaştı. “Uçağa biniyorum” diyordu telefondaki ses, “Birazdan kalkıyor uçağım, Charles de Gaulle havaalanına ineceğim, gelir alırsın beni.”
Saate baktım, uçak neredeyse inmek üzere. Havaalanı uzak. Arabamız da yok o zamanlar, hiç unutmuyorum bir arkadaştan ödünç aldığımız inşaat kamyonuyla gittik kendisini almak için havaalanına. Heyecan dorukta. Çıkış kapısının karşısına geçtiğimizde yeni çıkıyordu kapıdan, sarmaş dolaş olduk, neredeyse yirmi yıldır görüşmemiştik kendisiyle. Hey gidi yıllar hey..
1970-1980 yılları arasında yolu Ankara’ya düşmüş, hele de gençlik mücadelesinde bulunmuş olup da İsmail Aydınlı’yı tanımayan var mıdır bilmem.
Ben 1974 yılı, sonbaharında tanıdım kendisini, sanırım Ekim ayıydı. İzmir’den Ankara’ya yeni gelmiştim. Ne mini eteklerimden vazgeçmiştim henüz ne de kalın topuklu ayakkabılarımdan. Derslere de öylece girer, amfinin basamaklarını bir bir çıkar, arka sıralarında bir yere yerleşir, notlarımı tutardım. Birkaç gün sonra tanıştık kendisiyle, büyük bir özgüvenle gelip tanıtmıştı kendisini; 1974 affıyla cezaevinden çıkıp okula dönenlerdenmiş meğerse. Bu nedenle buluşmuştuk, aynı dönemde Ankara Hukuk Fakültesi’nde, yaşı benden büyük olduğu halde.
Öyle heybetli, öyle cüsseli, öylesine saf, öylesine mertti ki.. Sanırım hiç kimse İsmail ile birlikte girdiği hiçbir kavgada, hiçbir zaman “Acaba yalnız başıma kalır mıyım bu kavgada” sorusunu sormamıştır kendisine. O dönemde bizim okulda devrimci öğrenciler çoğunluktaydı. Sağcılar zaman zaman okula zincirli ve sopalı baskınlar yapıp, işgale yeltenseler de avuçlarını yalar, “geldikleri gibi” giderlerdi. Bir gelenler vardı, bir de gönderenler tabii. İsmail de gönderenlerin en önde olanlarındandı. “Mehter Marşı”yla gelenleri “Dev Genç” marşıyla öyle bir gönderişimiz vardı ki… Upuzun boyu, iri cüssesi, boyun eğmez yüreğiyle en önde dikilirdi faşistlerin karşına. Öyle bir dikilirdi ki; bazen hiçbirimize iş düşmezdi. Kendi gözlerimle kaç defa gördüm, kavga sırasında pençeye dönüşen ellerinden biriyle saldırganların omuzlarından tutup, diğer eliyle kafalarına kafalarına vurduğunu.
Hiç unutmuyorum: Yine faşistlerin okulu bastığı günlerin birinde eli zincirli biri; huşu içinde, naralar ata ata, masaların üzerinden atlaya atlaya önüme kadar geldi. Elindeki zincir de durmadan havada dönüp dolanıyordu, artık kime rast gelirse. Saldırgan tam küfrederek zinciri benim boynuma dolamaya hazırlanırken, hızır gibi yetişti imdadıma. Yan masadan attığı tekmeyi yiyen faşist neye uğradığını şaşırmıştı. Zinciri elinden alıp öyle bir tekme tokat kovalayışı vardı ki.
Sanırım herkesin bunun gibi, bir çok anısı vardır İsmail Aydınlı ile. Zaten bu nedenle kapak yapmadı mı o dönemde çıkan Yankı Dergisi? Yanılmıyorsam ‘sağcıların korkulu rüyası’ idi başlığı. Gerçekten de 1975’ten sonraki yıllardaki antifaşist mücadelenin en ön saflarında yer alan, o mücadele ile simgeleşmiş isimlerinden biriydi İsmail Aydınlı. Kavgada itirazsız hepimizin medar-ı iftiharıydı. Tek handikabı 12 Mart döneminde ‘Şafak’ davasından yargılanmasaydı. Bu davadan yargılananlara fazla iyi gözle bakılmazdı o zamanlar, kavga kaçkını anlamında. Ama İsmail bir başkaydı. Zaten yargılanmasını kendisi de anlamamıştı. Bir gün otururken Hukuk Fakültesi’nin kantininde, polisler basmış okulu. Masadakilerin bir kısmı kaçışmış, bizim delikanlı İsmail yedirememiş kendisine kaçmayı.
Oturduğu yerin hemen yanındaki sandalyede bulunur Şafak bildirileri. Kimse üstlenmeyince, bizim delikanlı İsmail’in üstüne kalır bildiriler; gözaltında da kimsenin adını vermez İsmail, bilmiyorum der de başka bir şey demez. Cezaevi yolu görünür kendisine.
Duruşma yargıcı babacan bir insan, demokrat da olmalı.
Yardımcı olmak istiyor İsmail’e:
– İsmail, evladım, sen dağıtmadın değil mi o bildirileri, üstünde çıkmadı yani onlar?
– Dağıtmadım ama içeriklerine katılıyorum Hakim Bey!
– Onu sormuyorum oğlum, senin mi bu bildiriler?
– Değil ama o bildiride yazılanların altına imzamı atarım hakim bey! Ben de karşıyım bu baskı ve zulüm düzenine.
Duruşma bitip de cezaevine götürüldüğünde arkadaşları sorar; “Niye öyle yaptın İsmail, halbuki ilgim yok desen tahliye edilecektin bugün sen?”
“Ne yapsaydım yani, sizleri burada bırakıp çıkıp gider miyim ben?”
Yıllarca yatıyor bu nedenle.
Antifaşist mücadeledeki yeri kadar, gördüğü her güzel kıza anında gönül vermesi ile de ünlüydü bizim İsmail. Bir iki gün, gönlünü kaptırdığı kız arkadaşının peşinde dolanır durur, sonra da pat diye en umulmadık anda ilanı aşkta bulunuverirdi bizim İsmail. Ünü okul duvarlarını bile aşmıştı bu konuda. Eğitim Fakültesi’nin kızları, Siyasal’ın kızları, hızını alamayıp karşıdaki Hacettepe’ye bile yetiştiği olurdu. Zaten karşı taraftan “ret” cevabını alıncaya kadardı O’nun aşkı. Hiç ısrar etmez, başını öne eğer ve “Tamam” derdi usulca, “Bundan sonra benim bacımsın”. Bir tek kelime bile etmezdi bir daha bu konuda. Anında kapatırdı o defteri.
Hatta bir keresinde; yine bir kız arkadaşa ilanı aşk edip de ret cevabı aldığı bir gün, koşa koşa okula gelip başka bir erkek arkadaşa müjde verdiği bile söylenirdi.
“Müjde” demiş o arkadaşa, falanca kız sana aşıkmış, bana yüz vermedi.
Öylesine naif öylesine içtendi bizim İsmail.
Bana hiç “bacı” demedi. Ya Ana derdi, ya da Gül. Gül’ün daha öncesinden bir hikayesi var mıydı kendisine hiç sormadım ama, “ana” deyişi bir başkaydı. “Hem Yozgatlıyım, hem de Sivaslıyım ben” derdi. Sivas/Zara’dan, hiç unutmuyorum. Yozgat yanını Yakup Ayhan bilirdi onun; kalın sesli Yakup’umuz. Beni sigaraya alıştıran Yakup. Canım, ciğerim, dostum Yakup. İsmail’den mi öğrenmiştim seni de avukatlığının bilmem kaçıncı yılında elim bir trafik kazasında kaybettiğimizi.
İşte bu İsmail 1999 yılının son günlerine, bir Paris bileti almış, havaalanında uçağa binmeden önce aramış, beni bulamayınca da ev telefonuma mesaj bırakmıştı. “Birazdan kalkıyor uçağım, Charles de Gaulle Havaalanı’na ineceğim, gelir alırsın beni.” Tam da İsmail’e yaraşır bir durum.
Hiç şaşırmadı inşaat arabasıyla karşıladığımı görünce. Sarmaş dolaş bindik arabaya. Hissediyorum, benimle sohbet ediyor ama yan gözle şoförümüzü süzüyor. Anlıyorum ama domuzluğum tutmuş benim de, rahatlatmak için hiç çaba harcamıyorum. Özenle seçiyor kelimeleri. Kolay değil, nisan genel seçimlerinde, DSP’nin yaptığı oy patlamasıyla zar zor girebilmişti meclise. Halel gelsin de istemiyor kendisine. Ben hadi neyse, meslektaşıyım da ama diğeri.. “Damat” diyor ona, adını anmıyor, hep temkinli konuşuyor. Günler sonra patlatmıştı espriyi: “Ya biliyor musun ben hep üzülüyordum sana, hayatı kaydı, mesleğinden oldu o olay nedeniyle diye, ama bakıyorum da kim olsa kaçırırdı böyle delikanlıyı.. Kahkahalarla gülüyoruz üçümüz de.. “
Milenyum için gelmişti. Bu kadar meşakkatten sonra biraz nefes almak istedim sizlerle dedi. Hem Paris’i göreyim sizin gözlerinizle, hem dinleneyim, hem de hep birlikte karşılayalım yeni yılı.
Milenyum. Ne umutlar bağlanmıştı ona. Dünyamıza sihirli bir değnek dokunacak, sömürü ve talan son bulacak yepyeni bir çağa geçecektik sanki.
Önce Komün mezarlığını görmek istiyordu. Yılmaz Güney’in de yattığı Père Lachaise mezarlığı.
Yılmaz Güney, “Sürü” filmine başlamadan önce çok aratmış İsmail’i filmde rol vermek için. Ama o günlerde yine inzivada imiş galiba bizimkisi, bir türlü bulunup da götürülememiş film çekim yerine.
Paris Komünü’ne katılan son komünarların kurşuna dizildikleri duvarın oradan başladık mezarlık ziyaretimize. Duvarın karşısında yatan komünarların mezarlarını. Mezarların hemen arkasında yükselen anıtları. Tek tek çevirip, anlattık kendisine yazılanları.. Sıradan bir ilgi değildi gösterdiği, her yudumunu içti sanki anlattıklarımızın. “Yaşıyorlar” dedi sessizce, “Meğer ne sessiz birer çığlıkmış bu anıtlar”. Sonra “Üşüyorum, üstüme komünarların battaniyesini örtün” sözünün izini süre süre, aşağılara, ana giriş kapısına doğru yürüdük. Bir başka duvarın dibinde bulduk Yılmaz Güney anıt mezarını. Uzun uzun durdu başucunda, sessizce, kendi iç dünyasına dalmış olarak: “Keşke Siverek’ten bir KAYA getirip koysalarmış bu metal yığını yerine” dedi iç çekerek.
Her gün bir yere gidiyorduk. İlgiyle, izliyordu her şeyi. Bit pazarlarını bile gezdik birlikte. Bir arkadaş kendisine yeni bir araba almış, eskisini de çöpe atmaktansa bize vermişti. O kadar eskiydi ki araba, yağmurlu günlerde alttan içine su girerdi. İsmail’e takılırdım ben de: “Dua et de kaza yapmayalım İsmail Aydınlı, yoksa nasıl kurtulursun Reha Muhtar’ın dilinden. Düşünsene kazadan sonra senin bu arabadan çıktığını görse, paylamaz mıydı seni: Ne işiniz vardı efendim o külüstür arabanın içinde” diye.. O kocaman, o güzel dost gülüşüyle basardı kahkahayı. Reha Muhtar o dönem televizyon sunucularından biriydi ve garip sorularıyla ünlüydü.
Dostlar sofrasında karşıladık milenyumu; yedik içtik hep birlikte, şarkılar söyledik, dans ettik. Saat gece yarısını vurmadan önce vardık Eyfel Kulesi’nin ayakları dibine, koskocaman bir insan kalabalığının içine. Hem içlerindeyiz hem de o kadar dışlarında ki. Durmadan anlatıyordu İsmail: “Hukuk Fakültesi” diyordu, “faşistler” diyordu, “kavga” diyordu, “hayatımızın en güzel günleri”. Hala kulaklarımdadır o gece, Eyfel Kulesi’nin dibinde şampanyalarımızı yudumlarken “merak etme ana, biz kazanacağız” diyen sesi.
İki haftaya yakın kaldı Paris’te. Giderken söz vermişti bana; “Merak etme, senin dosyanla ilgileneceğim” diye. O zamanlar yasaklıydım, gidemiyordum memlekete.
Her zamanki gibi dediğini yaptı. Uğraştı, didindi, sonunda birkaç ay sonra verdi müjdeli haberi. Konsolosluğa gidip pasaportu çıkarttım, konsolosluktan çıkar çıkmaz aldım biletimi, ver elini İzmir..
İzmir Havaalanı’nı ilk o gün gördüm ben. Ne kadar da büyük görünmüştü gözüme. Uçsuz bucaksız, gişeler, gişelerde bekleyen polisler. Öylece kalakalmıştım ne yaptım ben diye.. Önce bir ses duydum uzaklardan “Buradayım ben Gül” diyen, sonra da bir el gördüm havada beni çağıran. O elin sallandığı gişeye yöneldim, nefesimi tutarak pasaportumu verdim.
Uçuyor gibiydim havada, sarmaş dolaş kapıdan çıkarken yaklaştı görevlilerden biri “Hanımefendinin bir bagajı yok mu acaba vekilim” diye. Bagaj! Evet bir çantam vardı.. O zaman beklemek gerekiyordu. Sanki saatler sürdü o çantayı alıp çıkmam. İsmail benden önce çıkıp dışarıda heyecanla bekleyen ailemi sakinleştirmişti.
Üç gün benimle birlikte kaldı bizimkilerin evinde. Ne olur ne olmaz diyordu, belki yanılır yenilir de gelip sorgulamaya kalkarlar seni. Üç gün birlikte getirdik İzmir’in alını üstüne. O öğretti bana TL kullanımını, nerelerde neler yenilip içileceğini… Arkadaşlarımızla buluştuk birlikte. Üçüncü günün sonunda atladı gitti Ankara’ya.. 2000 yılı temmuz ayıydı.
Aynı yılın ekim ayında; cezaevlerinde başlayan açlık grevleri, herkeste tedirginlik yarattı. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, Türk Tabipleri Birliği ve Türkiye Barolar Birliği, diğer bazı sivil toplum kuruluşları ile birlikte eylemin olumlu bir şekilde sonlandırılması için çabalıyor, cezaevleri ve bakanlık arasında adeta mekik dokuyorlar, ancak hiç bir sonuç alınamıyordu. Tükenen umutlar, açlık grevlerini ölüm orucuna dönüştürdü. İşte bu günlerde Mecliste vicdanlı bir ses yükseldi. DSP İstanbul Milletvekili İsmail Aydınlı, Genel Kurul’da gündem dışı söz alıp telafisi mümkün olmayan üzücü olaylar yaşanmadan önlem alınması gerektiğini söyleyerek. Ölüm oruçlarını TBMM gündemine soktu.. 19 Aralık operasyonuna sayılı günler kala bu çaba da sonuçsuz kalacaktı..
2002 yılı Nisan’ında İzmir’e gittiğimde aradım, hastanede olduğunu söyledi.
Atladım otobüse Ankara’ya gittim. Hastane odasında öylesine yatıyordu. Çevresinde sevdikleri, kapının önüne taşan geçmiş olsun çiçekleriyle. Her gün gittim yanına, ilk günler durumunun ciddiyetini tam anlamamıştım, genelde ölüm oruçları üzerine konuşuyorduk. Daha doğrusu ölüm orucu eylemi sonucu beliren sağlık sorunları nedeniyle kendi başlarına yaşamaları mümkün görülmeyen ve hayatı tehlikelerinin bulunduğu belgelenen mahkumların tahliyeleri üzerine konuşuyorduk. Sağa, sola telefon ediyor, notlar alıyordu. Birkaç gün sonra yoğun bakıma kaldırıldı.
30 Nisan sabaha karşı acı acı çaldı telefonum.
İzmir’e götürün beni demişti, İzmir’e, babamın yattığı yere…
Bu sefer ben götürdüm İzmir’e onu. Kardeşleriyle birlikte…
Bütün dostları oradaydı.
Siyahlar giyinmiş yaşlı bir kadının feryadı yıkıyordu ortalığı
“Ne emeklerle okudun.
Nice yoksulluklar gördün
Kaç ölümden döndün
Tam vekil olup rahata kavuşacaktın ki..
Olmadı be oğul, olmadı,
Sıra benimdi oğul, sıra benimdi..
Hadi kalk da ben yatam yerine”
O gün bu gündür İzmir Bornova’da yarım kalmış bir romandır O…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.